2 Aralık 2019 Pazartesi

Düşümde gördüğüm söğüt ağacı
Yapraklarını gözlerime döktü
Gövdesinin ihtişamı
Ölümün soğukluğu kadardı
Dik bir yokuştan yuvarlanan
Cevizler kesti yolumu
Elleri cebinde, serkeş
Bir sincap geçti yanımızdan
Cevizlere nazar etmeksizin.
Beni fark edince aniden durup
Gözlerime dikti gözlerini
Söğüt ağacının gözlerine dikti gözlerini.
Ben yoktum orada
Cevizler kadar yoktum
Ölmüş bir söğüt ağacı
Elleri cebinde bir sincap
Birbirlerine bakıyorlardı
Birbirleriyle konuşuyorlardı
Söğüdün gözleri gözlerimde doldu
Hayır ağlamıyorlardı.

Bense yoktum orada
Gözlerim vardı yalnız
İçinde söğüdün yaprakları
Yüzünde söğüdün yaraları
Cevizler kadar yoktum ben

Anladım.
Ölü bir söğüdü
benden daha çok var kılan
Sincabın kendisi değil
Söğüde duyduğu muhabbetti.
Bildim.
Elleri cebinde, serkeş bir sincabın
benden daha canlı olmasının sebebi
Söğüdün gözlerindeydi.
Bir muhabbetle can bulacak varlığımın yakarışını
Duydum.

Düşümde gördüğüm söğüt ağacı
Yapraklarını gözlerime döktüğünde
Ve elleri cebinde, serkeş bir sincabın
gözleri gözlerime değdiğinde
Ben orada yoktum
Cevizler kadar yoktum.

5 Ağustos 2019 Pazartesi

Sesimi duyuramıyorum.
‪Kafamı kuma gömdüm.
‪Tanıdık bir tadı var
‪ağzıma dolan kumların
‪evet şimdi hatırladım
‪yıllar var ki ağzımda
‪yarım kalmış bir haykırışın
‪tadını taşırım.
‪Uyumadan evvel tüm ışıkları kapamak gibi
‪insanın kafasını kuma gömmesi.
‪Kalabalığı gözünün önünden kovmak,
‪kafasının içinden değil.

‪Rüyamda gördüğüm can
‪yüzünü yüzümden öteye çevirince
‪yüzümü yüz parçaya ayırıp
‪kumların arasına serptim.
‪Yüzünü yerden kaldıramasın diye
‪her parçayı bir kum tanesine iliştirdim,
‪çözülen bağlarıyla dizlerimin.

‪Başımı ilk kez, bir katrenin özleminden kaçmak için
‪Bir deryayı, suçlu hissetmesin diye kucaklamak için
‪Kuma gömmüştüm.

‪Deryada boğulduğum gece çölde yalnızdım.
‪Sureti meçhul bir sesi kendime arkadaş bellemiştim
‪fakat yine de yalnızdım.
‪Ben yalnız olduğumu
‪o sesin
‪deryada batarken ayağıma bağlı taş olduğunu
‪fark ettiğimde anladım.
‪Farkındalığın acısı sudan önce kesti nefesimi.
‪Kafamı kuma gömdüm sonra.
‪İnsan çölde kimi görse dost diye umut ediyor.
‪İnsan yalnız kafasını kuma gömdüğünde mutlu oluyor.

‪Yüz parçaya bölünmüş yüzümün tek bir parçasının dahi sesi çıkmıyor.
‪Zaten hep böyleydi.
‪Yetiremezdim sesimi.
‪Kimse duymaz, dinlemezdi.
‪Bir işe yaramadıklarını görünce
‪Ses tellerimi koparıp birbirine bağladım,
‪uzunca bir ip yaptım.
‪Çocuklar tuttu ellerimi,
‪çocuklar atladı üzerimden,
‪yalnız çocuklar dinledi dikkatle beni.
‪Sesim nefesine kavuştu

‪Bileklerimdeyse geçen yazın kokusu
‪Ve bileklerimin kendilerinden geçmek korkusu.
‪Çünkü bileklerinden çekilir canı insanın
‪Başımı kuma gömmezden evvel hep bunu duyarım.

‪Yarım kalmış bir haykırışın tadıyla aynı buradaki kumların tadı. 
‪Demek bu topraklarda söylenmemiş çok söz kalmış.
‪Demek bu topraklarda çok dil kesilmiş,
‪çok gönül incinmiş.
‪Demek bu topraklarda çok insan kafasını kuma gömmüş.
‪Demek bu topraklarda herkes mutluymuş.
‪Ne güzel o halde.
‪Dur
‪Güzel mi dedin.
‪Kum etkisini göstermeye başladı.
‪Güzeeel.

‪Yeni bir yara büyüyor şimdi gözlerimde.
‪Parmaklarım bağımsızlığını ilan etti.
‪Mutluluğa teslim olmadan evvel kuma yazılı birkaç kelime.
‪Zihnimden silenecek kumdan önce.
‪Bir kelime ancak.
‪Bir çağrı
‪Bir yakarış:
‪Katre...

10 Ekim 2017 Salı

özlenenlere ithafen


Düşün ki bir sonbahar akşamı sen, ben, arkadaşlar kimsesiz sokaklarda yürürken gök delinmişcesine bir yağmur bastırıyor. Siz adımlarınızı hızlandırıyorsunuz. Bense başımı kaldırıp yağmurun tenime nüfuz etmesine izin veriyor ve bir meczup gibi gökyüzüne gülümsüyorum. Bir yandan halimle alay ediyor bir yandan da kolumdan tutup çekiştiriyorsunuz. Alayınıza içerlenmeyi sonradan dönüp bakmayacağım bir kenara bırakıyor; ânı kirletmiyorum. Onun yerine yan yana ıslanabildiğimiz için, aynı yağmurun altında birlikte koşabildiğimiz için minnet duyuyorum. Bir adım geri atarak tek tek hepinizi dışardan izliyorum. Babaların çocukları uykudayken sessizce seyretmeleri gibi, gözlerimle seviyorum. Güzelliğiniz tebessüm oluyor kalbimde. Hem öyle büyük ki dudaklarıma tezahür ediyor bu durum. Dudaklarımın kıvrılışına mânâ veremeyip farklı anlamlar yüklüyorsunuz. Açıklama yapmıyorum. Yalnız gözlerim sizinle doluyor. Yağmura sığınıyor, saklama gereği duymuyorum. Gökyüzünün kararmışlığı gölge edemiyor yüzlerinizden temessül eden güneşlere. Düşün ki bir sonbahar akşamı o kimsesiz sokakları arşınladığımız vakit boyunca ben, sizi seviyorum.

Ve düşün ki bir kış günü ben bu satırları yazıyorum soğuk bir duvara yaslanıp. Sen, ben, arkadaşlar... Ayrılmışız. Sen yoksun. Arkadaşlar yok. Ben varlığımı arıyorum. Bir sonbahar akşamında buluyorum kimi zaman. Kimi zaman kapatıp gözlerimi hayalinizle konuşuyorum. Seninle sarılıp ağlayışımızı, arkadaşlarla oturup karnımıza ağrılar girene dek gülüşümüzü yâd ediyorum. Bir kapı eşiğinden sizi izlediğim gün geliyor aklıma. Birlikteliği ve ayrılığı aynı dakikaların, aynı saniyelerin, aynı lahzaların içinde tattığım gün. Düşün ki tüm bunlar ve hatta daha fazlası tekrara alınmış bir şarkı gibi dönüp duruyor zihnimde.

Düşün ki bir kış günü ben bu satırları yazarken soğuk bir duvara yaslanmış... Sen, ben, arkadaşlar... Gözlerimle, göz kapaklarımın arasında... Benden başka kimsenin göremeyeceği bir yerde. Sen, ben, arkadaşlar... Göğsümün en içinde. Benden başka kimsenin ulaşamayacağı bir yerde.

Düşün ki ayrılık yok. Yalnız bir veda, bilinmeyen bir vakitte tekrar görüşmek üzere.

Tekrar görüşmek üzere.
Bir gün muhakkak.
Bir gün muhakkak.

6 Ağustos 2017 Pazar

Kuyruklu yıldız Altında Bir İzdivaç'tan




“Ah efendim. İnsanların hakikatleri kabuldeki inatçılıklarını bilirsiniz.”


“Ey hemşehriler! Niçin uyanıp bu felaket tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten ziyade kendinizde… Siz, sizi bu tan ile cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere yaslanmış ve onlara yapışmışsınız… Sizi aydınlatmaya çalışanların taze, yeni ve güzel fikirlerini adeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin cahilce kötülemelerinizden korkmasalar, lanetlerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, çürüyüp kokmaya başlayan bu derin gerileme yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları iyi niyetle kabul edebilmek için idrak sahibi olmaya çalışınız.”


“…Ve bilmek için de biraz düşünmek, eminim ki şimdiye kadar hiçbirinizin aklına gelmemiştir.”


“Her cani ve melunu cezalandırmak için gökten başına taş düşmesi manevi bir gereklilik olaydı, hiçbir memlekette cinayet mahkemeleri tesisine gerek kalmazdı.”


“Bu ana kadar gördüğümüz numunelere bakılırsa ‘hak’ı kuvvetin doğurduğu anlaşılıyor. Kuvvetli olan haklı oluyor. O derecedeki acizlere, zayıflara, hakkı, en kuvvetli olan kimse o dağıtıyor… Kuvvetlinin reyi hak oluyor. Bir zayıf, kuvvetlinin reyini hak olarak kabul etmek mecburiyetinde bulundukça hürriyet, adalet sağlanmış olamaz. O kuvveti imkan derecesinde herkese dağıtmanın yolunu bulmalıdır.”


“Bu memlekette kızlar için ayıp olmayan ne var acaba?”


“Gazetelere yazı göndermeme bile müsaade etmiyorlar. Bana bir şey yazdırtmadıktan sonra beni neye okuttunuz? Alemin kızları yazıyorlar bir şey olmuyor da ben yazarsam mı ayıp olacak, diye çok rica ediyorum. ‘Hayır, olmaz… Hayır, olmaz… Sana sahip olacak adam müsaade ederse o zaman yazarsın’ cevabını veriyorlar… İşitiyor musunuz? Bana sahip olacak o adam. Of… Şimdiden bu adamı hiç sevmiyorum… Çünkü daha adını bilmeden, yüzünü görmeden bu adamın arzusuna, emrine tabi bulunuyorum… Babamın sahipliğinden çıkıp onun nüfuzu altına mı gireceğim?”


“İtirafı müşkül olan hakikatlerin saklanması daha müşküldür.”


“Meğerse ademoğlu hileden ibaretmiş. ‘Dost’ vasfını hak eden iki fert bulmak hemen boşuna çabaymış, bu kelime manasız, boş bir söz gibi kalıyormuş. Bu kadar düşman ruhlu insanların nasıl olup da birbirini mahvetmeyerek asırlardan beri bir arada yaşayabilmiş olduklarına şaştım.”


“Müthiş itiraflardan sonra herkeste bir vicdan rahatlığı hasıl oldu. Herkes anladı ki meğerse insanların saadet ve selameti böyle tam hürriyet ve eşitlikte imiş. İnsanlar neden şimdiye kadar bu büyük hakikati anlamamış da varlıklarını birbirine karşı husumette, muharebede, kan dökmekte görmek gibi yanlış bir yola gitmişler? Medeniyetin, tekemmül fikrinin gayesi birbirini öldürmeye uğraşmak mıdır yoksa umumi kardeşliğin kurulmasına bir çare aramak mı? Neden insan öldürmek fenninde en mahir olan, harp aletleri en mükemmel bulunan milletler en medeni, en ileri sayılıyorlar?.. Şimdiki milletlerin hiçbirisi meğerse medeni vasfına layık değilmiş… Düşünülürse hunharlık bakımından bugünkü ileri insanların mağaralarda, taş kovuklarında mekan tutup da üzerlerine saldırdıkları avlarını tırnaklarıyla, dişleriyle paralayarak yiyen vahşi cetlerinden çok farkları yok…”


“Beyefendi; hemşireniz, valideniz akşama kadar evde nasıl vakit geçiriyorlar, hiçbir gün bunu düşünmek zahmetine katlandınız mı? Hayır… Hayır… Bin kere hayır… Tekamül kanununa dair kafa yordunuz… Darvinizmi tetkik ettiniz. İrade-i cüz’iye meselesi için yoruldunuz. Cazibe kanununu, fizikte Carno prensibini düşündünüz… Size bu kadar uzak olan şeylere kafa harcadınız… Fakat size o kadar yakın bulunan valide ve hemşirenizin evdeki hayat tarzlarının sıhhatleri üzerine olacak tesirleri hiç aklınıza getirmediniz… Çünkü onlar adetten o tarzda ömür geçirmeye mahkumdur, dediniz… Artık ötesini düşünmediniz… Niçin? Bu mühim hususu da Avrupa’dan buraya Puvankareler, İspenserler falan mı gelip düşünecekler? Bugün şehrimizde sinir hastalıklarının nispet kabul etmez bir derecede erkeklerden ziyade kadınlar arasında hüküm sürmesinin hikmeti işte budur. İnsaf ediniz. Hizmetçisi, aşçısı bulunan refah sahibi bir aile kızı, genç vücudunu tembellikten doğan fenalıklara karşı ne ile müdafaa edecektir? Ya çalgı çalacak, ya el işi işleyecek, ya bir şey okuyacak… Ya köşe penceresine oturup sokaktan gelen geçeni sayacak… Bunlar iyi kötü ne ise zihni meşguliyetler… Fakat vücuda lazım olan faaliyet ne yolda verilecek? Erkekler için şimdiki bilginin lazım addettiği şeylerin kadınlarca da lüzumun düşünmek neden kabahat? Neden günah olsun?

Zavallı Türk kadını için ev içinde bedenini çalıştırmaya iki büyük vesile vardır. Ya ortalık süpürmek adı altında hasır süpürgeyi alıp iki kat olarak evin bütün mikroplu tozlarını yutmak… Yahut çamaşır yıkamak adına leğen başında akşama kadar bütün ailenin kirlerini, pisliklerini, sıcak su içinde hasıl olan zehirli buharları teneffüs etmek… İşte bizim en büyük egzersizimiz, sporumuz bundan ibarettir…”


“Sırf şekillerle ilgilenen dostluklar çabuk yok olur. Kalıcı olanlar manevi münasebetler, samimi sevgilerdir.”


“Bende her zaman hayatımı küçümsemek, umursamamak illeti vardı. Meğerse o yiğitlik, gençliğim dolayısıyla ölümü kendimden pek uzak gören aldatıcı bir cesaretmiş. Şimdi ölümle şakasız karşı karşıya gelince korkudan titriyordum…”


“Hayata bağlılığımızın derecesi n-böyle ümitsizlik zamanlarında belli oluyor.”


“İnsanların en çok saadetten mahrum olmalarının sebebi onun tabiat kanunlarının hangisinin üzerinde kurulduğunu bilememelerinden ileri gelir. Mümkün olduğu kadar felaketten uzak kalmak da açıkça bir saadet sayılabilir. Aslında saadet o kadar büyük ve o kadar küçük bir şeydir ki buna sahip bazı kimselerin bunun kendilerinde olduğundan haberleri bile yoktur. Onu kendine mahsus şekle aykırı şekillerde düşünüp aramakla durmadan bozarlar.”


“Çok sevinmek de insanı büyük bir kedere uğramak derecesinde müteessir ediyor.”


“Doğru söz hoş görülmese de sahibi için suç olmamalıdır.”


“Aman efendim her hayalin bu derece kolaylıkla hakikate dönüşmesi mümkün olaydı dünyada hiç bedbaht kalmazdı. Yahut o zaman herkes bedbaht olurdu. Çünkü insanlara hakikat kadar da hayalin lazım olduğunu henüz yirmisini bulmayan hayatımda tecrübe ettim… Hayalin lezzeti hakikate dönüşmesinde değil, ilk şeklini daima muhafaza etmesindeymiş.”


28 Nisan 2017 Cuma

Eksik Bir Öykü

İki gündür asabım pek bozuk. Sabahları evden çıkıp akşama kadar umarsızca dolaşıyorum. Fakülteye de uğramıyorum. Finaller yaklaşıyor. Selma’dan girmediğim derslerin notlarını alır, hallederim. Can sıkacak bir şey yok bu hususta. Sahi ne iyi kız şu Selma. Diğerleri gibi değil. Notlarını saklamıyor mesela. İsteyen ben oluyorum ama verirken o mahcubiyet duyuyor. İnce kız evet. Hem insanın içini ısıtan bir gülümsemesi var. Güven veriyor. İşte göresim geldi şimdi. Böyle ilginç bir huyum var. Bir an birini göresim, sarılıp içime sokasım gelir. O an bitince yanımdan geçse selam vermediğim zamanlar olur. Bencillik mi bunun adı? Böyleyim işte ben de, söz geçiremiyorum içime.

Yürü babam yürü, koca İstanbul’u arşınladım iki günde. Fakat nereye gitsem içimin sıkıntısı da beraberimde geliyor. Ne bir cami avlusuna terk edebiliyorum ne boğazın derinliklerine fırlatabiliyorum ne de girdiğim bir yerin askısına asıp çıkarken unutmuş gibi yapabiliyorum. İnsanın dilinin, dişlerinin arasındaki bir boşluğa takılıp kalması gibi gelip gidip aynı meselede duruyor zihnim.

Fatih’ten Beyazıt’a kadar yürümüşüm. Düşünürken zaman ve mekân mefhumlarının dışına çıkıyorum bazen. Yorulmuşum da. Bir yere girip bir şeyler yesem iyi olacak. Kahvaltı yapmadan çıkmıştım evden. Ah, şuraya gireyim işte. Poğaçaları her saatte sıcak çayı da hep daim olur.

Öyle de oldu. Sıcak poğaçamdan ilk lokmamı aldığımda ne kadar acıkmış olduğumu fark ettim. Çayımı yudumlarken ise bana doğru yürüyen Ahmet ile Elif’i gördüm. Bizim fakültedenlerdi. Selam verip masama oturdular.

“Sen nerelerdesin kaç gündür?” dedi Elif endişeli bir ses tonuyla.

Gülümsemeye çalıştım. “Derse gelesim yoktu. Tatil verdim kendime ben de. Fakülte nasıl? Sınavlara az kaldı.” Samimi bir merakın ardına sığınarak konunun seyrini değiştirmek istiyordum.

Ahmet, sözü Elif’e bırakmak istemiyormuşçasına hızla lafa girdi:

“Nasıl olacak? Hep aynı hır gür. A’lar hafta sonu Necdet’i tek yakalayıp ağzını yüzünü dağıtmışlar. Çocuk hala hastanede. B’lerse Necdet’in kanını yerde koymayız diyorlarmış. Valla bak, Orhan kendi kulaklarıyla duymuş. Anlayacağın en iyisini sen yapıyorsun. Bana sorarsan birkaç gün daha gelme derim. Ortalık iyi bir karışacak gibi. Bize dokunmasa bari. Hatırlasanıza geçen sefer İpek kavganın ortasında kalmıştı da kendine gelememişti bir türlü. Ağabeyi getirip götürüyor hala okula kızcağızı. Sana bir şey söyleyeyim mi? Bana kalsa bunların hepsini atarım okuldan. Okumakta işleri olsa ne işleri olur A’yla, B’yle? Hiçbirinin birbirinden farkı yok. Kan davasına çevirdiler olayı. İlle vatanı düşünüyorlarsa okuyup mezun olsunlar. Gerçi bunlar mezun olsa ne olur? Neyse işte. Bana kalsa atarım hepsini. Ekmek derdine düşünce kesilir zaten sesleri.”

Ahmet’in anlattıklarına şaşırmamıştım. Fakültede üçüncü yılımdı ve üç yıldır bir kısır döngü halinde devam ediyordu tüm bunlar. Her seferinde gizli bir el bir düğmeye basıyormuşçasına nereden olduğu belirsiz bir fitil ateşleniyor; bakışmalar, sataşmalar yerini bıçaklı sopalı kavgalara bırakıyordu. Ben siyaseti oldum olası sevmem. Pis iş. Doğrusu, yanlışı belli değil. Bu yüzden hiçbir zaman bir gruba dahil olmadım. Rahmetli dedem gençliğinde A’ların ateşli savunucularındanmış. Yıllarını vermiş davasına. Sadece yıllarını mı? Kazandığını dergiye, matbaaya yatırırmış, halk bilinçlensin diye. Varını yoğunu feda etmiş. Sonunda mı? Sonunda tâbi olduğu grubun içinde gördüğü yanlışları dillendirmeye başlayınca kovmuşlar, tehdit etmişler bir daha ayak basmasın diye.

Tabi dedem yine davasından vazgeçmedi. Fakat teşkilattan atıldıktan sonra yüzü eskisi gibi gülmedi. Hiç unutmam, ben küçükken kucağına alır, anılarını anlatırdı. Ancak o zaman ışıldardı gözleri. Konuşmasının sonlarına doğru kederlenir hep aynı şeyleri tekrar ederdi:

“Bak kızım. İstediğine inanmakta özgürsün. Lakin unutma ki bu dünyada mükemmel yoktur. Yanlışı giderilmeyen ve hatta eleştirilmeyen bir oluşum er geç çürümeye, ölmeye mahkûmdur. Bu yanlışları düzeltmek yerine görmezden gelenlerse bir gün muhakkak pişman olacaklardır. Ben, doğru fikirlerin temelinde yanlış yapan, yanlış niyetleri olan adamlara tâbi oldum. Yıllarımı verdim. Babam hep, ‘filler tepişir, çimenler ezilir’ derdi. Ah canım babam, yine haklı çıktın. (Bu noktada eliyle gözlerinin buğusunu siler, devam ederdi.) Bu söylediklerimi unutma e mi benim güzel kızım?”

A, B diye adlandırıyorum çünkü tarafların ne olduğu pek fark etmiyor. Yıllardır aynı şekilde sürüp gidiyor. Yalnız isimler değişiyor. Sağcı solcu, ülkücü komünist, gerici çağdaş, dinci laik… Böyle uzayıp gidiyor liste. Kavga hep aynı kavga. Söylemler, şarkılar, türküler bile aynı. Birinin öznesini alıp ötekine koysam abes durmaz, kimse de anlamaz. Zaten farkındalık kalmıyor zamanla insanlarda. İçi boş sloganlar, bağırmalar, çağırmalar…

“Hey! Kime diyorum kızım? Nereye uçtun, hayırdır?” sözlerinin karşılıksız kalması asabileştirmişti Ahmet’i.

“Yok bir şey. Söylediklerini düşünüyordum.”

“Düşünecek bir şey yok. Atacaksın hepsini, temizlenecek ortalık.”

“Doğru, haklısın şüphesiz.” 

Düşüncelerinin itibar bulması gizleyemediği bir zafer gülüşü kondurdu dudaklarına. Oysa Ahmet’in sabit fikirli olduğunu bildiğimden tartışmaya girmek istememiştim sadece. Asıl maksadımı anlayan Elif, Ahmet’e istihza ile baktı. Of içim şişti vallahi. Biraz daha oturursam şuracıkta patlayacağım sıkıntıdan.

“Ah beş olmuş saat, kalkayım ben. Selma’dan not alacaktım. Tuh gitmiştir kız şimdiye. Yine de bir bakayım. Hadi çok öpüyorum, görüşürüz yine.”

Bir itiraza mahal vermemek adına apar topar kalktım. Arkamdan Ahmet’in “var bunda bir haller ama çıkar kokusu elbet” dediğini duydum.

Ahmet haklı. Bende bir haller var. Belki sadece bir hal var. Ama öyle çok var ki birçok şeymiş gibi ve hatta her şeymiş gibi. Bir yahut birçok, kurtulmam gerek. Fakat nasıl?

Mektup! Olur mu ki? Neden olmasın? Evet, en makul yol bu. Bugün bir şeyler karalar… Neden karalamak? Hayır, itinayla yazacağım. Gururum incinmesin diye karalamak diyorum ama gerçek ortada. Bugün yazar, yarın Raci ile postalattırırım. Eline de birkaç kuruş veririm kimseye söylemez. İki günde ulaşır. Azap dolu iki koca gün daha. Okur, aynı gün cevap yazarsa… Dur, cevap yazacağını ne biliyorsun? Yazmaz mı? İhtimal. Olsun ben yine de yazacağım. Karşılık gelirse iyi. Gelmezse fena, pek fena…

Masamın başındayım. Önümde bir deste kâğıt ve elimde geçen sene ufak, otantik bir dükkândan alıp kullanmaya kıyamadığım dolma kalem. Söylemek istediğim her şeyi yol boyunca zihnimde tasarlamış olmama rağmen tek kelime dahi yazamıyorum.


“Nihat,

On gündür senden haber bekliyorum. Normalde hiç gecikmez, geciktirmezdin. Son konuşmamızın ciddiyeti mi seni yazmaktan alıkoydu bilemiyorum. Eğer öyleyse de bunu kendim bir sanrı olarak tasarlamayı değil de senden duymayı tercih ederdim.

Hele şu son üç gündür daha fenayım. Evdekiler üzerime geliyorlar. Fakülteye gitmiyor ayaklarım. Sanki en küçük toz zerresinden en büyük galaksiye kadar, bütün kâinat iş birliği içinde bana sıkıntı vermeye çalışıyor ve buna muvaffak oluyor. Sürekli hararetle bahsettiğin kolektivitenin gücü burada da kendini gösteriyor. Ruhum, Nihat, ruhum eziliyor!

Üç gündür daha iyi idrak ettim ki sen benim istinâd noktamsın. Muvazenesini yitirmiş bir ruhun boşluğuna düşmek korkusunu duyuyorum. Hayır Nihat, beni itham ettiğin gibi alelade hisler değil bunlar. Dünkü çocuk değilim ben. Müthiş şeyler oluyor içimde. Durduramadığım bir hissiyat feveranı. Hiç böyle olmamıştım oysa. Sen anlarsın. Ne bunun adı?

Biliyorum burada olsan, “Her şeyin altında bir şey arıyorsun. Ne gerek var tüm bunlara?” dersin. Yanılıyorsun Nihat. Evet, sen, Nihat Bey, belki hayatında ilk kez yanılıyorsun. Artık ben her şeyin altında bir şey aramıyorum. Çünkü bir şeyin içinde her şeyi buldum. İşte bu yüzden bu kadarcık isyanı çok görmemelisin bana.”


Yarın ilk iş mektubu Raci’nin eline tutuşturup postaneye yollayacağım çocuğu. Ne ilginç. İçime sığmayan kederimi şu elimde tuttuğum kağıt parçası taşıyor. O da eziliyor mu acaba? Ortak oluyor mu azabıma? Belki bütün kaderim bu kağıt parçasının uyandıracağı intibaya bağlı. Ya nefes alabileceğim yahut bir felakete sürükleneceğim. Şuncacık kağıt parçası… Ne acizlik Ya Rabbi… Ben bu kadar basit miyim? Gururumun mukavemeti bu mektubun önünde engel. Şimdi uyandırmalı Raci’yi. Aksi takdirde kendimde bu gücü bulamayacağım.

19 Ocak 2017 Perşembe

Bir şeyler üzerine

Yollar, yıllar, insanlar… Gelip geçiyor. Her şeyin bu kadar gelip geçici olduğu dünyada nasıl oluyor da bu kadar acı çekebiliyoruz? Her şey gelip geçerken nasıl oluyor da acılar geliyor fakat geçmiyor? Herkes giderken acılar kalıyor. Herkes arkasında acı bırakıyor ama kimsenin acısı azalmıyor. Ne yazık bir seyahattir bu. Ne eksik bir yolculuk. Eksilerek artan bir yolculuk.

İnsan defalarca ölüyor. Her şeye, her duruma, her hale alışılabilirken buna alışamamak neden? Ölüm bu kadar beklendikken her seferinde çığlıklar içinde can vermek neden? Her yeni doğuşta acı dolu geçmişin özlemi neden? Tüm dünya ayaklarımızın altına serilmişken, haykırıp sesimizi parçalayacak kuvvete sahipken, tüm sınırları bertaraf edebilecekken koca kainata sığmamak, sığamamak neden?

Bu kadar çok doğup ölürken, bu kadar çok yaşarken ve bu kadar çok taşarken bunca soru biriktirmek lakin tek bir cevaba dahi ulaşamamak. Aşılmayan yolları aşmak, gidilmemiş yerlere gitmek, derin denizlere meydan okumak, olmaz deneni oldurmak… Fakat bir tek küçük soruya bile cevap bulamamak.

Üç yahut beş soru… Bu kadar. Sınır tanımayan insanı, derin denizlerden; şiddetli fırtınalardan korkmayan insanı boğacak olan üç yahut beş soru. Ne acizlik Ya Rabbi. Ne büyüklük fakat aynı zamanda ne küçüklük. Bu derece büyüklüğün içinde böylesi bir küçüklük. Bu zıtlıklar vuracak bizi biliyorum. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla güneşe gülümserken, kaybettiklerimizin hayali hıçkırıklara boğacak bizi. Ne yazık bir seyahattir bu. Ne eksik bir yolculuk. Eksildikçe artan bir yolculuk.

17 Ocak 2017 Salı

Tokalaşma Üzerine



“​Ellerin buluştuğu, birleştiği noktada bulunan damar kalbe gider. Bu damara, elin o noktasındaki bağlantıya ‘muhabbet bağı’ denir.”

​Elini ver. Hayır, hayır öyle parmak ucundan değil, elini ver. Ver ki kalbin kalbimle buluşsun. Ver ki kalbimin kalbinle muhabbeti vuku bulsun.

​Elini ver. Bak, elim açık seni bekliyorum. Elimden kalbime giden yolu açıyorum sana. Yüreğimi avucumda sunuyorum sana. Burada, bende, elimde, içimde sana zarar verecek, seni incitecek bir şey olmadığını gör diye. Bana güvenebilirsin. Gözlerine, ruhlarını görmenden korkmayarak bakan insanlara güvenebilirsin.

Elim altta. Sen korkma. Eşyayla bezenmiş hayatların arasında, ruhların eşyayla özdeşleştiği bu zamanda maddeye hapsolmuşken mânâ işte elim altta. Üstünlük taslamıyorum sana. Yarışmıyorum seninle. Bir film şeridi gibi nefes dahi alınmadan akıp giden ömürlerin arasında yoruldum. Bu horoz dövüşü yordu beni. Ben artık nefes almak istiyorum. Ben artık şiirler savurmak istiyorum göğün yüzüne. Ben artık yarışmıyorum. Görüyorsun ya, elim altta. İstersen sen üstün ol ama korkma. Sadece elini ver. Ver ki hayat bulayım. Ver ki muhabbetinle, göğsümü çiçeklere açayım.

Elini ver. Ben teslim oluyorum sana. Sen de teslim ol bana. Söz veriyorum sıkı tutacağım. Gözlerinde tereddüt var. Haklısın da. İyinin, güzelliğin, benliğin bu kadar kolay kayıp gittiği, kaybolup yittiği şimdilerde haklısın tereddüt etmekte. Nasıl inandırabilirim seni bilmiyorum. Yüreğimi avucumda sunuyorum sana. Sahip olduğumu sandığım şeyler arasında daha değerlisi yok.

Hadi elini ver. Söz veriyorum. Kendini bana bırak. Ben seni bırakmayacağım. Kendi ruhumla beraber senin ruhunu da koruyacağım.

Elini ver. Ver ki kalbim kalbinle buluşsun. Ver ki muhabbetimiz bekâda can bulsun.