İki gündür asabım pek bozuk. Sabahları evden çıkıp akşama
kadar umarsızca dolaşıyorum. Fakülteye de uğramıyorum. Finaller yaklaşıyor.
Selma’dan girmediğim derslerin notlarını alır, hallederim. Can sıkacak bir şey
yok bu hususta. Sahi ne iyi kız şu Selma. Diğerleri gibi değil. Notlarını
saklamıyor mesela. İsteyen ben oluyorum ama verirken o mahcubiyet duyuyor. İnce
kız evet. Hem insanın içini ısıtan bir gülümsemesi var. Güven veriyor. İşte
göresim geldi şimdi. Böyle ilginç bir huyum var. Bir an birini göresim, sarılıp
içime sokasım gelir. O an bitince yanımdan geçse selam vermediğim zamanlar
olur. Bencillik mi bunun adı? Böyleyim işte ben de, söz geçiremiyorum içime.
Yürü babam yürü, koca İstanbul’u arşınladım iki günde.
Fakat nereye gitsem içimin sıkıntısı da beraberimde geliyor. Ne bir cami
avlusuna terk edebiliyorum ne boğazın derinliklerine fırlatabiliyorum ne de
girdiğim bir yerin askısına asıp çıkarken unutmuş gibi yapabiliyorum. İnsanın
dilinin, dişlerinin arasındaki bir boşluğa takılıp kalması gibi gelip gidip
aynı meselede duruyor zihnim.
Fatih’ten Beyazıt’a kadar yürümüşüm. Düşünürken zaman ve mekân
mefhumlarının dışına çıkıyorum bazen. Yorulmuşum da. Bir yere girip bir şeyler
yesem iyi olacak. Kahvaltı yapmadan çıkmıştım evden. Ah, şuraya gireyim işte.
Poğaçaları her saatte sıcak çayı da hep daim olur.
Öyle de oldu. Sıcak poğaçamdan ilk lokmamı aldığımda ne
kadar acıkmış olduğumu fark ettim. Çayımı yudumlarken ise bana doğru yürüyen
Ahmet ile Elif’i gördüm. Bizim fakültedenlerdi. Selam verip masama oturdular.
“Sen nerelerdesin kaç gündür?” dedi Elif endişeli bir ses
tonuyla.
Gülümsemeye çalıştım. “Derse gelesim yoktu. Tatil verdim
kendime ben de. Fakülte nasıl? Sınavlara az kaldı.” Samimi bir merakın ardına
sığınarak konunun seyrini değiştirmek istiyordum.
Ahmet, sözü Elif’e bırakmak istemiyormuşçasına hızla lafa
girdi:
“Nasıl olacak? Hep aynı hır gür. A’lar hafta sonu
Necdet’i tek yakalayıp ağzını yüzünü dağıtmışlar. Çocuk hala hastanede. B’lerse
Necdet’in kanını yerde koymayız diyorlarmış. Valla bak, Orhan kendi
kulaklarıyla duymuş. Anlayacağın en iyisini sen yapıyorsun. Bana sorarsan
birkaç gün daha gelme derim. Ortalık iyi bir karışacak gibi. Bize dokunmasa
bari. Hatırlasanıza geçen sefer İpek kavganın ortasında kalmıştı da kendine
gelememişti bir türlü. Ağabeyi getirip götürüyor hala okula kızcağızı. Sana bir
şey söyleyeyim mi? Bana kalsa bunların hepsini atarım okuldan. Okumakta işleri
olsa ne işleri olur A’yla, B’yle? Hiçbirinin birbirinden farkı yok. Kan
davasına çevirdiler olayı. İlle vatanı düşünüyorlarsa okuyup mezun olsunlar.
Gerçi bunlar mezun olsa ne olur? Neyse işte. Bana kalsa atarım hepsini. Ekmek
derdine düşünce kesilir zaten sesleri.”
Ahmet’in anlattıklarına şaşırmamıştım. Fakültede üçüncü
yılımdı ve üç yıldır bir kısır döngü halinde devam ediyordu tüm bunlar. Her
seferinde gizli bir el bir düğmeye basıyormuşçasına nereden olduğu belirsiz bir
fitil ateşleniyor; bakışmalar, sataşmalar yerini bıçaklı sopalı kavgalara
bırakıyordu. Ben siyaseti oldum olası sevmem. Pis iş. Doğrusu, yanlışı belli
değil. Bu yüzden hiçbir zaman bir gruba dahil olmadım. Rahmetli dedem
gençliğinde A’ların ateşli savunucularındanmış. Yıllarını vermiş davasına.
Sadece yıllarını mı? Kazandığını dergiye, matbaaya yatırırmış, halk
bilinçlensin diye. Varını yoğunu feda etmiş. Sonunda mı? Sonunda tâbi olduğu
grubun içinde gördüğü yanlışları dillendirmeye başlayınca kovmuşlar, tehdit
etmişler bir daha ayak basmasın diye.
Tabi dedem yine davasından vazgeçmedi. Fakat teşkilattan
atıldıktan sonra yüzü eskisi gibi gülmedi. Hiç unutmam, ben küçükken kucağına
alır, anılarını anlatırdı. Ancak o zaman ışıldardı gözleri. Konuşmasının
sonlarına doğru kederlenir hep aynı şeyleri tekrar ederdi:
“Bak kızım. İstediğine inanmakta özgürsün. Lakin unutma
ki bu dünyada mükemmel yoktur. Yanlışı giderilmeyen ve hatta eleştirilmeyen bir
oluşum er geç çürümeye, ölmeye mahkûmdur. Bu yanlışları düzeltmek yerine
görmezden gelenlerse bir gün muhakkak pişman olacaklardır. Ben, doğru
fikirlerin temelinde yanlış yapan, yanlış niyetleri olan adamlara tâbi oldum.
Yıllarımı verdim. Babam hep, ‘filler tepişir, çimenler ezilir’ derdi. Ah canım
babam, yine haklı çıktın. (Bu noktada eliyle gözlerinin buğusunu siler, devam
ederdi.) Bu söylediklerimi unutma e mi benim güzel kızım?”
A, B diye adlandırıyorum çünkü tarafların ne olduğu pek
fark etmiyor. Yıllardır aynı şekilde sürüp gidiyor. Yalnız isimler değişiyor.
Sağcı solcu, ülkücü komünist, gerici çağdaş, dinci laik… Böyle uzayıp gidiyor
liste. Kavga hep aynı kavga. Söylemler, şarkılar, türküler bile aynı. Birinin
öznesini alıp ötekine koysam abes durmaz, kimse de anlamaz. Zaten farkındalık
kalmıyor zamanla insanlarda. İçi boş sloganlar, bağırmalar, çağırmalar…
“Hey! Kime diyorum kızım? Nereye uçtun, hayırdır?”
sözlerinin karşılıksız kalması asabileştirmişti Ahmet’i.
“Yok bir şey. Söylediklerini düşünüyordum.”
“Düşünecek bir şey yok. Atacaksın hepsini, temizlenecek
ortalık.”
“Doğru, haklısın şüphesiz.”
Düşüncelerinin itibar bulması gizleyemediği bir zafer
gülüşü kondurdu dudaklarına. Oysa Ahmet’in sabit fikirli olduğunu bildiğimden
tartışmaya girmek istememiştim sadece. Asıl maksadımı anlayan Elif, Ahmet’e
istihza ile baktı. Of içim şişti vallahi. Biraz daha oturursam şuracıkta
patlayacağım sıkıntıdan.
“Ah beş olmuş saat, kalkayım ben. Selma’dan not alacaktım.
Tuh gitmiştir kız şimdiye. Yine de bir bakayım. Hadi çok öpüyorum, görüşürüz
yine.”
Bir itiraza mahal vermemek adına apar topar kalktım.
Arkamdan Ahmet’in “var bunda bir haller ama çıkar kokusu elbet” dediğini
duydum.
Ahmet haklı. Bende bir haller var. Belki sadece bir hal
var. Ama öyle çok var ki birçok şeymiş gibi ve hatta her şeymiş gibi. Bir yahut
birçok, kurtulmam gerek. Fakat nasıl?
Mektup! Olur mu ki? Neden olmasın? Evet, en makul yol bu.
Bugün bir şeyler karalar… Neden karalamak? Hayır, itinayla yazacağım. Gururum
incinmesin diye karalamak diyorum ama gerçek ortada. Bugün yazar, yarın Raci
ile postalattırırım. Eline de birkaç kuruş veririm kimseye söylemez. İki günde
ulaşır. Azap dolu iki koca gün daha. Okur, aynı gün cevap yazarsa… Dur, cevap yazacağını
ne biliyorsun? Yazmaz mı? İhtimal. Olsun ben yine de yazacağım. Karşılık
gelirse iyi. Gelmezse fena, pek fena…
Masamın başındayım. Önümde bir deste kâğıt ve elimde
geçen sene ufak, otantik bir dükkândan alıp kullanmaya kıyamadığım dolma kalem.
Söylemek istediğim her şeyi yol boyunca zihnimde tasarlamış olmama rağmen tek
kelime dahi yazamıyorum.
“Nihat,
On gündür senden haber bekliyorum. Normalde hiç gecikmez,
geciktirmezdin. Son konuşmamızın ciddiyeti mi seni yazmaktan alıkoydu
bilemiyorum. Eğer öyleyse de bunu kendim bir sanrı olarak tasarlamayı değil de
senden duymayı tercih ederdim.
Hele şu son üç gündür daha fenayım. Evdekiler üzerime
geliyorlar. Fakülteye gitmiyor ayaklarım. Sanki en küçük toz zerresinden en
büyük galaksiye kadar, bütün kâinat iş birliği içinde bana sıkıntı vermeye
çalışıyor ve buna muvaffak oluyor. Sürekli hararetle bahsettiğin kolektivitenin
gücü burada da kendini gösteriyor. Ruhum, Nihat, ruhum eziliyor!
Üç gündür daha iyi idrak ettim ki sen benim istinâd
noktamsın. Muvazenesini yitirmiş bir ruhun boşluğuna düşmek korkusunu
duyuyorum. Hayır Nihat, beni itham ettiğin gibi alelade hisler değil bunlar.
Dünkü çocuk değilim ben. Müthiş şeyler oluyor içimde. Durduramadığım bir
hissiyat feveranı. Hiç böyle olmamıştım oysa. Sen anlarsın. Ne bunun adı?
Biliyorum burada olsan, “Her şeyin altında bir şey
arıyorsun. Ne gerek var tüm bunlara?” dersin. Yanılıyorsun Nihat. Evet, sen,
Nihat Bey, belki hayatında ilk kez yanılıyorsun. Artık ben her şeyin altında
bir şey aramıyorum. Çünkü bir şeyin içinde her şeyi buldum. İşte bu yüzden bu
kadarcık isyanı çok görmemelisin bana.”
Yarın ilk iş mektubu Raci’nin eline tutuşturup postaneye
yollayacağım çocuğu. Ne ilginç. İçime sığmayan kederimi şu elimde tuttuğum
kağıt parçası taşıyor. O da eziliyor mu acaba? Ortak oluyor mu azabıma? Belki
bütün kaderim bu kağıt parçasının uyandıracağı intibaya bağlı. Ya nefes
alabileceğim yahut bir felakete sürükleneceğim. Şuncacık kağıt parçası… Ne
acizlik Ya Rabbi… Ben bu kadar basit miyim? Gururumun mukavemeti bu mektubun
önünde engel. Şimdi uyandırmalı Raci’yi. Aksi takdirde kendimde bu gücü
bulamayacağım.